Ontolojiden Aksiyolojiye Çevre Ahlakının Felsefî Temelleri


Creative Commons License

Ensarioğlu S.

Uluslararası Sosyal Bilimler Sempozyumu, Diyarbakır, Türkiye, 14 - 17 Eylül 2017, ss.578-581

  • Yayın Türü: Bildiri / Özet Bildiri
  • Basıldığı Şehir: Diyarbakır
  • Basıldığı Ülke: Türkiye
  • Sayfa Sayıları: ss.578-581
  • Bursa Uludağ Üniversitesi Adresli: Evet

Özet

Ontolojiden Aksiyolojiye: Çevre Ahlâkinin Felsefî Temelleri

Seda Ensarioğlu1

İslam ahlâk felsefesinin genelinde görülen bir özellik, ahlâk ilkelerinin mecburiyete

değil makuliyete dayanıyor olmasıdır. İslam felsefesi eserlerinde insan-kainat ilişkisini

şekillendiren evren tasavvuru da makuliyet zemini üzerine bina edilmiştir; bu yönüyle modern

dönemdeki mekanik evren tasavvuruyla taban tabana zıt özellikler arz etmektedir. Modern

dönemde çevre etiği tartışmaları daha ziyade üretimin, tüketimin taleplerini karşılamada yetersiz

kalması tehlikesi ile karşı karşıya kalmasının neticesinde artış göstermiştir. Ekonomik kalkınma

ile çevre arasında gitgide artan çatışmacı ilişkiye “sürdürülebilirlik” kavramı temelinde çözüm

üretilmeye çalışılmıştır. Buna binaen, ekonomik gelişme, çevreye ve gelecek nesillere en az

zarar verecek şekilde, yani gelecekte de sürdürülebilir biçimde gerçekleştirilmelidir, düşüncesi

ortaya konmuştur. Tabiat ile ilgili kaygıların gecikmiş olması ve daha da önemlisi, bu kaygılarla

ilgili olan “sürdürülebilirlik” kavramsallaştırmasının ahlak temelli değil, iktisat temelli bir

kavram olması tabiata bakışla ilgili köklü problemlerin olduğunun çok önemli göstergeleridir.

Bu nedenle, kısa vadeli çözümlerin ötesinde, nasıl bir dünya görüşünün çevre bunalımını sona

erdireceğini tasarlamak ve bu dünya görüşünün felsefî ilkelerini ortaya koymak elzemdir. Bu

hakikat dikkate alındığında, tabiatın tahribinin henüz tehlikeli boyutlara ulaşmadığı yüzyıllarda

dahi, İslam düşüncesinin felsefe ve siyasetname literatüründe geliştirdiği evren tasavvurunun ele

alınması ve bu evren tasavvurunun insana ne gibi ahlâkî sorumluluklar yüklediğinin tahlil

edilmesi İslam düşüncesinin varlık tasavvurunu ortaya koymak açısından ehemmiyet arz

etmektedir.

Âlemi tüketim deposu olarak nazara almayan, ona değer atfeden bu tutumun devamında

açıklanması gereken ikinci konu ise, insan-âlem ilişkisinde insanın hangi konuma

yerleştirileceğidir. Zira ifrat veya tefrit yönü olan bir insan tasavvuru, varlık anlayışını kimi

zaman eksik kimi zaman kusurlu hale getirerek kökten değiştirmektedir. Mekanik evren

tasavvurunu eleştirmek adına ortaya konmuş olan “derin ekoloji” teorisinin, insanı âlemdeki

herhangi bir unsur konumuna yerleştiren yaklaşımı, âleme değer atfeden her yaklaşımın ortak

bir varlık anlayışı temeline dayanmadığına misal teşkil eder. İslam düşünürlerinin evren

tasavvurunda insana diğer varlıklarla eş değer veren bir yaklaşım söz konusu değildir. İnsan

merkezde değildir, ancak varlık tasavvurunun merkezinde bulunan Yaratıcı’nın halifesi olması

açısından diğer varlıklardan farklı bir konuma sahip kılınmıştır. Tenzih gereği diğer

yaratılmışlar gibi Yaratıcı’dan ayrı bir ontolojik düzlemde olan insan, makrokozmostaki tabiî

ahengi irâdî hatta ihtiyârî olarak gerçekleştirme sorumluluğu ile diğer varlıklardan değer

bakımından üstündür.

İslam’da insanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak tayin edilmiş olmasının insana

yüklediği sorumluluk ve bu sorumluluk bilincinin felsefe ve diğer ilim dallarının önemli

kitaplarındaki yansımaları dinlerin hiçbirinin çevre etiği ile ilgili sorunlara çözüm sunacak bir

içeriği olmadığı iddiasının yanlış bir genellemeden ibaret olduğunu göstermektedir. İslam

felsefesi eserlerindeki varlık temelli anlayışa misal olarak, Fârâbî’nin el-Medînetü’l-Fâzıla

ismiyle bilinen en meşhur eseri gösterilebilir. Eser, erdemli şehrin yönetimiyle, yani siyasetle

1 Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Şarkiyat ICSS’17

Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi/International Congress of Social Science

579

ilgili olmasına rağmen Allah’ın varlığı ile ilgili bir bölümle başlamaktadır. Sonraki iki bölümde

âlem tasavvuru ve insan tasavvuru üzerinde durulmakta, son kısımda ise toplumun yönetimi

konusu ele alınmaktadır. Tanrı-evren-toplum şeklindeki bu sıralamanın teşekkül etmesinde

etkili olan düşünce, evrendeki düzenin kaynağının ilâhî kanunlar olduğu ve aynı ahengin

toplumda tahakkuk etmesinin ise bu kanunları taklit etmekle mümkün olacağı inancıdır.

İbn Sînâ da İlâhiyât isimli eserinde, insan-tabiat ilişkisine dair Fârâbî’yle aynı çizgiyi

takip ederek, akleden (nâtık) nefsin yetkinliğinin (kemâl) âleme ayna olmasıyla bağlantılı

olduğunu ifade etmektedir. Bu konuda zikredilmesi gereken başka bir örnek, İhvân-ı Safâ

risalelerinde geçen bir hikâyedir. Risalede geçen hikâyede insanlardan şikayetçi olan bir kısım

hayvanların insanlardan davacı olduğu anlatılmaktadır. Kendilerine karşı açılan mahkemede

insanlar, akıl sahibi varlıklar oldukları için, gayr-ı âkil varlıklar olarak hayvanlara ve tabiata

istedikleri gibi muamele edebileceklerini söyleyerek kendilerini savunmaktadır. İnsanlar ve

hayvanlar arasında savunma ve suçlama diyaloglarıyla devam eden mahkemenin sonunda ise

insanlar suçlu bulunmakta, hayvanlar âlemi tarafı mahkemeyi kazanmaktadır. İslam ilim

geleneğinde sadece aklın konusu olan ilahiyat bahislerinde değil, duyunun konusu olan

astronomi, matematik ve hendese gibi alanlarda da varlığa verilen anlamın izlerini takip etmek

mümkündür. El-Hâzinî’nin Kitâbu Mîzâni’l-Hikme adlı su terazisi ile ilgili risalesinin son

derece şümullu bir adalet felsefesi ile başlaması bu yaklaşımın bir örneğidir. Bu örnekler, İslam

düşünce geleneğinde ontoloji ve aksiyoloji arasında kuvvetli bir bağ olduğu

delillendirilmektedir.

İslam düşüncesinde sürekli vurgulanan insan ile âlem, mikrokozmos ile makrokozmos

arasında var olan dinamik ilişki hem insana hem de evrene değer katar. Sonuç olarak, yeni bir

çevre etiği geliştirmek için öncelikle, tabiî dünya içinde insan medeniyetinin yerini tespit etmek

gerekmektedir; başka bir deyişle, çevre tahribatı konusunda felsefî/düşünsel çözüm, teknik

çözümü öncelemektedir. Açık bir şekilde görülmektedir ki, on sekizinci yüzyıldan sonra inşa

edilen değer sistemlerinin ve norm yapılarının insanların gayelerini kendi yaratılışlarıyla

dolayısıyla tabiatla uyumlu olmaktan uzaklaştırmasını problem edinen, “eko filozofik”

yaklaşımlar için İslam düşünce tarihi teorik ve pratik bir kaynak teşkil etmektedir.